DOĞRUSAL, İLERLEMECİ TARİH  ANLAYIŞININ YANLIŞLIĞI
DOĞRUSAL, İLERLEMECİ TARİH ANLAYIŞININ YANLIŞLIĞI

DOĞRUSAL, İLERLEMECİ TARİH ANLAYIŞININ YANLIŞLIĞI

Kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğunu görmek için yeryüzünü dolaşmıyorlar mı? Öncekiler bunlardan daha çoktu, daha güçlüydüler ve yeryüzündeki eserler bakımından daha üstündüler. Ama kazandıkları şeyler kendilerine hiçbir şey sağlamadı.  (40:82)

Kuran’ın bazı ayetleri, geçmişte yaşayan bazı toplumların, Peygamber’in içinde yaşadığı toplumdan daha üstün bir medeniyete sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Örneğin incelediğimiz ayette, geçmiş toplulukların daha üstün eserler ortaya koyduğu geçmektedir.

Özellikle 19. yy’ın ilk yıllarında “tarihsel bakış açısı” düşünce dünyasında önemli bir yer kazanmıştır. Bu bakış açısı özellikle Hegel ile birlikte anılmaktadır. Hegel, gerçekliğin tarihsel bir süreç olduğunu, gerçekliğin tarihsel açıklamanın kategorilerine göre anlaşılabileceğini söylemiştir. Tarihi anlamlandırma, tarihi anlama ve değerlendirme açısından Hegel’in yaptığı takdire değer. Fakat Hegel, tarihi, doğrusal bir şekilde, evrimsel bir süreç izleyen, bu evrimin sürekli gelişmeyi içerdiği, sürekli ilerlemeci bir yaklaşımla açıklamıştır. Tarihi anlamlandırma ve yorumlama takdir edilebilir, fakat tarihin her aşamasını bir önceki aşamadan üstün gören tarih anlayışı kabul edilemez.

Friedrich Hegel
Friedrich Hegel (1770- 1831)

Hiçbir konuda hataya düşmeyen Kuran, bu konuda da hataya düşmemiştir. Kuran, geçmiş toplumların daha üstün eserleri olduğunu, daha güçlü olduklarını ortaya koyarak doğrusal ilerlemeci tarih anlayışına katılmamaktadır. Tarihin belli bir döneminde doğrusal bir ilerlemenin varlığı mümkündür. Nitekim 16. yy’da başlayan bilimsel ilerlemenin, 20. yy’a kadar doğrusal bir ilerleme kaydettiği doğrudur. Fakat bu ilerlemeyi, bütün tarihe ve her konuya genellemek büyük hatadır. Hegel, 19. yy’ın başında yaşarken, 16. yy’dan kendi dönemine kadar olan ilerlemenin büyüsüne kapılmışa benziyor!

Bu tarih anlayışının yol açtığı felaketler, bu konuyu iyi incelemeyenlerin tahmin edemeyeceği kadar çoktur. Bu konudaki en net örnek komünizmdir. Bu yanlış tarih anlayışını Hegel’den alan Marks, milyonlarca kişinin ölümüne, dünyanın soğuk ve sıcak savaşlar dönemine girmesine sebep oldu. Marks’ın fikirlerinde Hegelci bu tarih anlayışının rolü çok büyüktür. Hegel tarihi metafizik bir açıdan değerlendirmesine karşın, Marks tarihe tamamen maddeci bir açıdan bakmış, kendi görüşlerine tarihsel maddecilik (materyalizm) ismini vermiştir.

Karl Marks
Karl Marks

KOMÜNİZMDEKİ TARİHE BAKIŞ

Marks tarihin bilimsel kurallarını çözdüğünü iddia ediyordu. Marksistlerin sık sık dile getirdikleri bir ifade de “tarih bizim yanımızdadır” şeklindeydi. Bu tarihe bakış açısı yine ilerlemeci doğrusal bir bakıştır. (Marks’ın üretim araçlarına, ekonomiye yaptığı vurgu bakış açısında önemli bir yere sahiptir.) Bu bakışa göre toplum sırasıyla feodalizm, kapitalizm, sosyalizm ve komünizm aşamalarını geçirecektir. Bu tarih görüşüne göre bir sonraki aşamaların her biri öncekinden daha ileri, daha değerlidir. Böylece komünist olanlar, modern olanlardan bile daha modern idiler. Çünkü onlar tarihin en üstün, en son aşaması olan komünizmi baştan yaşıyorlardı. Hem de bu bilimsel (!) tarih görüşüydü. Yani komünizme karşı çıkanlar bilim-dışı oluyordu. Komünizmin çöküşü, Marksistlerin bilimsel tarih anlayışının iflası oldu. Çünkü onlara göre tarihin hep ileri gitmesi, yani sonunda komünistleşmek kaçınılmazdı. İlerlemeci, gelişmeci tarih anlayışı komünizm açısından iflas etti, ama günümüzdeki ders kitaplarının çoğu hâlâ temel mantığı doğrusal ilerleme olan tarih anlayışının etkisi altındadır.

Mağara adamı
İinsanların ilk önce ilkel, kıllı mağara adamları olarak yaşadığını iddia eden fikirleri doğru çıkartacak hiçbir bilimsel bulgu mevcut değildir.

 

Ders kitaplarının bir kısmında gözüken insanların ilk önce ilkel, kıllı mağara adamları olarak yaşadığını iddia eden fikirleri doğru çıkartacak hiçbir bilimsel bulgu mevcut değildir. Marks’la beraber komünizmin kurucularından kabul edilen Engels de kitaplarında bu durumu itiraf etmekte; fakat insanların tesadüfen var oldukları kabul edilince, bu tarihsel aşamaların zorunlu olarak kabul edilmesi gerektiğini söylemektedir. Yani ilk insanları dil bilmez, ateşi keşfetmemiş gibi gösteren anlatımlar, bol kıllı, maymunvari insanlara dair çizimler sahtedir, hayal ürünüdür, hiçbir bilimsel veriye dayanmamaktadır. İnsanların önce avcı-toplayıcı oldukları sonra tarımı öğrendiklerine dair de bilimsel bir bulgu mevcut değildir. Fakat “tarih doğrusal-ilerlemeci bir yapıdadır” fikri bir dogma olarak kabul edilince, beslenmenin en basit şekli olan avcılık ve toplayıcılık kaçınılmaz olarak insanlığın ilk aşaması olarak ilan edilmiştir. Falanca taş devri, filanca taş devri şeklinde insanlığın tarihini belli yıllara göre ayıran açıklamalar da bilimsel dayanaktan yoksundur. Ne zaman insanlık için böyle çağlar sıralaması yapılsa, bu sıralamayı alt-üst edecek şekilde gelişmiş aletler, materyaller olmamaları gereken yıllarda bulunmaktadır, fakat ders kitaplarını düzeltmeye tenezzül etmeyenler, hâlâ bu yanlış tarihsel sıralamaları çocuklara öğretmektedir.

Piramitler
Piramitler

PİRAMİTLER, UZAYLILAR VE AKAPUNKTUR

Doğrusal-İlerlemeci, doğrusal tarih anlayışına göre insanlık tarihinin her aşaması bir önceki aşamaya göre üstündür. İnsanlığın önemli bir bölümünün zihnine bu yanlış görüş o kadar sinmiştir ki; piramitlerin mimarisindeki üstün özellikler keşfedilince bunun nasıl olduğu, bu yanlış tarih anlayışını kabul edenlerce anlaşılamamıştır. Bu yüzden “Piramitleri uzaylılar mı yaptı?” sorusunu herhalde hepiniz duymuşsunuzdur. Örnek olarak,hacmi 2,515,000 m3’e ulaşan büyük Keops piramidinin 147 metre yüksekliği, 230 metre taban uzunluğu ve çok özel bir tasarımı vardır. Bu yapının tamamlanması için altı milyon taşın çıkartılması, taşınması, yığılması ve asırlara meydan okuyacak şekilde örülmesi inanılmaz bir güç ve beceri işidir. Yanlış tarih anlayışıyla şekillenen zihinler “Demek ki, Mısırlılar mimaride çok ileri gitmişler.” şeklindeki basit çıkarımı bile yapamamaktadırlar. Oysa Kuran’ın indiği dönemden önceki dönemlerde, daha sonraki birçok dönemden daha üstün eserler oluşturulduğunu, mimaride daha çok yapılar inşa edildiğini söyleyen Kuran ayetlerini okuyanlar için bu çıkarımı yapmak çok kolaydır. Buna işaret eden diğer bir ayet şöyledir:

… Onlar kendilerinden daha güçlü idiler, yeryüzünü alt-üst etmişler ve kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi…(30:9)

Çin’de geliştirilen akapunktur da insanların, tarihin bir döneminde, Dünya’nın bir yerinde bizim zannettiğimizden daha detaylı bir şekilde anatomik bilgiye sahip olduklarını göstermektedir. Akapunktur ancak vücuttaki sinir sisteminin ve vücuttaki elektriğin yayılımının bilinmesiyle icat edilebilir. Bunun için organların bilinen konumunun ötesinde vücuttaki sinir sistemi hakkında da detaylı bilgi gereklidir. Tarihin her alanda doğrusal, evrimci, gelişmeci yapısına inanan biri “Çinlilerin anatomi bilgisi bizden fazlaymış…” çıkarımını yapamaz. Bunun sonucunda her şeyin arkasında uzaylı ve ufo arayan bazıları, insanlığın bu keşfini de uzaylılara yamamaktan geri kalmayacaklardır!

Akapunktur
Akapunktur ancak vücuttaki sinir sisteminin ve vücuttaki elektriğin yayılımının bilinmesiyle icat edilebilir.

Daha önce dediğimiz gibi tarihi anlamaya çalışmak, tarihi anlamlandırmak saygıdeğer bir uğraştır. Fakat doğrusal, ilerlemeci bir anlayışla tarihin bütün dönemlerini ve tüm bölgelerini yorumlamaya kalkmak, büyük ve yaygın bir yanılgıdır. Bu tarih anlayışı insanların kişiliklerini yok sayan görüşlere kaynaklık etmiştir. Devleti yücelten bu görüşlerin sağcı bölümlerinin faşizme, solcu bölümlerinin ise komünizme yol açtığı bilinmektedir. İnsan kişiliğini devlete ezdiren, devleti insanın hizmetinde, insanın ürettiği bir yapı olarak görmeyen, insanı devletin hizmetçisi ve devletin içinde kaybolmuş bir unsur olarak gören bu bakış açısı, insanlığın çektiği birçok acının sebebi olmuştur. Tarih felsefesinin gelişimini izlemeyenlere bu sözlerimiz abartılı gelebilir. Fakat Hegel’le başlayan bu süreci incelersek bu görüşün, sağ kanatta Hitler’in ortaya çıkmasına, sol kanatta ise Marks’ın ortaya çıkmasına sebep olduğunu görürüz. Bu görüşte tarih bir hedefe kaçınılmaz olarak gitmektedir. Bu anlayıştaki insanların ürettikleri iyi veya kötü fiillerin, tarihin gelişimci bir çizgiye veya geri bir çizgiye gitmesinde etkisi yoktur. Tarihteki rolü üstlenen devlettir ve tarihin gittiği son kaçınılmazdır. İnsan unsuru bu anlatımda kayıptır.

Adolf Hitler
Adolf Hitler

Oysa Kuran, insanların ürettikleri fiillerin toplumların akıbetinde rol oynadığını, birçok toplumun, üyelerinin kötü fiilleri sebebiyle yok olduklarını, üstün eserlerinin ortadan kalktığını söyler. Bu bakış, insanı tarih kasırgasında bir yaprak olmaktan kurtaran bir bakış açısıdır.

Tarihin belli dönemlerinde insanlığın sürekli ileri gittiği, doğrusal, ilerlemeci bir çizgi izlediği doğrudur. Fakat bu fikri tüm tarihe yaymak yanlıştır. Daha önce dediğimiz gibi 16.-20. yy araları için bu yargı doğru olabilir, fakat tarihin 2-3 bin yıllık dilimine bu mantığı uygularsak çok büyük hata etmiş oluruz. Ayrıca Dünya’nın her bölgesini aynı gelişme süreçlerini takip ediyormuş gibi göstermek de hatadır. “Milattan önce falanca yüzyıl bilmem ne taşı devriydi…” diye tüm insanlığa genellemek bir yanılgıdır. Aynı çağdaki toplumlararası büyük farklar, iletişimin eksikliği, siyasal ve kültürel sebeplerle bir toplumun gelişiminin Dünya’nın her yerinde kabul edilmemesi gibi sebepler, Dünya’nın her bölgesinin, aynı zaman diliminde, aynı gelişmişlikte olmasını engellemiştir. İçinde bulunduğumuz yüzyılın üzerinden bin yıl geçtiğini ve sırf arkeolojik kazıyla bizim zamanımız hakkında yargılarda bulunulduğunu varsayalım: Amerika’nın New York şehrinde bulgulara rastlayan birinin ve Afrika’nın bir kabilesinde bulgulara rastlayan birinin bu bulguları genellediğini düşünelim. Birisi insanlık falanca taş döneminden de geri gitmiş derken, birisi insanlığın çok ileri bir teknolojik düzeye geldiğini söylerdi…

Ayrıca bir yanılgı da insanların iletişim, sanat, tıp, mühendislik, mimarlık, ahlâk, tarım alanında değişik ürünlerinin aynı kefeye konmasıdır. Belli bir alandaki ilerilik fikri, diğer tüm alanları da kapsamamalıdır. Bu yüzden tarih ileri doğru akarken, insanlık bazı konularda ileri, bazı konularda geri de gidebilir. Çözüm analitik bir yaklaşımla insanlığın her ürününü ayrı ayrı ele alıp, ayrı ayrı değerlendirmek; doğrusal, ilerlemeci, gelişmeci tarihsel teorilerin kolaycılığından ve genellemeciliğinden kurtulmaktır.

POZİTİVİZM VE DİNLER

Doğrusal, ilerlemeci tarih anlayışının en çok düzeltilmeye muhtaç açıklamalar getirdiği alan dindir. Auguste Comte bu alanda en önemli örnektir. Comte, pozitivizmin kurucusudur ve 1798-1857 yılları arasında yaşamıştır. Comte, tarihi ayrı aşamalara ayırmıştır ve insanların tüm bu aşamalardan geçerek en sonunda kendisinin felsefi sistem olarak anlattığı pozitivizme geleceğini söylemiştir. Bu aşamalar sırasıyla 1- Teolojik aşama, 2- Metafizik aşama, 3- Pozitif aşamadır. Comte, teolojik aşamanın başta fetişizm ile başladığını, sonra çok tanrıcılıkla devam ettiğini, nihayet tek tanrı fikrine varıldığını söyler. Comte’un en son evre diye bahsettiği pozitivizmde ise bilim, dinin yerine geçirilmeye çalışılır. Comte bu açıklamaları kendi pozitif sisteminden önceki tüm dini, felsefi sistemleri mahkum etmek için kullanır. Böylece diğer sistemler “İlkel tarihsel aşamaların sistemleri” kendi sistemi ise “En mükemmel, en son aşama” olarak sunulur. Hızını alamayan Comte, pozitivist bir din kurmaya kalkar. Hıristiyanlık taklidi bu din; geniş bir kilise örgütüne sahip, pozitivist tapınakları, pozitivist papazları, Comte’un sevgilisi Clotilde De Veux’un heykelleriyle süslenmesi, yeni takvimi ile insanlık için en ideal din olarak sunulur!

Auguste Comte
Auguste Comte

Comte’un tek Allah’a inanan dinleri, tarihin belli bir aşamasından ibaret gösterme çabasını destekleyen hiçbir bilimsel bulgu ve belge mevcut değildir. Oysa Comte’un hiçbir dayanağı olmayan bu görüşleri hâlâ birçok ders kitabında bilimsel bir doğru gibi anlatılmaktadır. Tarihin her aşamasında tek Allah inancı vardır. Fakat tek Allah inancının karşısında kimi zaman Ay’a, kimi zaman Güneş’e tapanlar, kimi zaman komünistler, kimi zaman pozitivistler olmuştur. Diğer tüm fikirler tarihin bir yaprağına dönüşmekte, tarihin bir döneminde ortaya çıkmakta, fakat tek Allah inancı tarihin her döneminde bulunmaktadır.

Arkeolojik bulgularla dinlerin tarihsel sıralamasını yapamayanlar, bu sıralamayı yapabilmek için şöyle bir metod önermişlerdir: “Dünyadaki en ilkel kabileyi bulalım, en ilkel kabile hangisi ise onun dini en eski dindir. Bu kabile soyutlanmış bir şekilde kendini korumuştur.” Bilimsel bir gerçekliğe dayanmayan bu metoda uyanların bir kısmı tabiat olaylarına tapan bir kavmi en ilkel kavim, bu kavmin dinini de ilk din olarak belirlemişlerdir. Tek Tanrı’ya inanan Pigmeleri en ilkel kabile olarak kabul edenler ise ilk dinin tek Tanrı inancı olduğunu savunmuşlardır. (Bu metodun uygulanmasıyla varılan sonuçlar da görüldüğü gibi farklıdır.)

Comte’un yüzeysel spekülasyonlarına karşı çok daha ciddi araştırmalara ve geniş açıklamalara dayanan İskoçyalı Andrew Lang’ın ve Alman P. W. Schmidt’in dinler hakkındaki teorileri incelemeye değerdir. Başlangıç Monotizması adı verilen bu teoriye göre dünya dinlerinin çoğu tek Allah inancının bozulmuş, dejenere olmuş şekilleridir. Schmidt’e göre başta tabiat güçlerinin tanrılaştırılması anlamsızdır, çünkü insanların tabiat güçlerini tanrılaştırması için daha önceden “tanrı” kavramına sahip olması gerekir. Schmidt’e göre tek Allah’a inanan dinlerin bozulmasının ve çok-tanrılı yapıların ortaya çıkmasının sebebi, insanların yaptığı benzetmeleri zamanla özdeşleştirmeye dönüştürmeleridir. Örneğin “Tanrı yaratıcıdır, anama benzer”, “Tanrı her şeyin kaynağıdır, toprağa benzer” gibi benzetmeleri zamanla bazı insanlar ana-tanrı, toprak-tanrı gibi tabiat güçlerinin tanrılaştırılmasına dönüştürmüşlerdir. Schmidt, çok tanrılı dinlerin tek tanrılı dinlerin dejenere olmuş, bozulmuş şekli olduğuna bir delilin de tüm çok tanrılı dinlerde ilk ve en üstün tanrı kavramının korunması olduğunu söylemiştir.

Schmidt’in mantıksal kurgusunun, Comte’tan daha üstün olduğu görülmektedir. Comte’ta kendi pozitivist evresini son evre göstermek iddiasının yanında ciddi bir mantıksal kurgunun varlığından bahsedilemez. Her durumda sırf yazılı bulgulardan ilk dinin hangisi olduğunu anlamak mümkün değildir. Tarihin bilinen dönemi, tek Allah inancının kesintisiz olarak her zaman var olduğunu göstermektedir. Bu da Kuran’ın sürekli elçiler yollandığını söyleyen ayetleriyle uyumlu bir tablo ortaya koymaktadır:

Her toplumun bir elçisi vardır.(10:47)

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *